Gündüz vakti güneş birden karanlığa bürünür. Ne olmuştur? Ay, güneş ve dünyanın arasına girmiş ve dünyanın güneşe bakan yüzü, güneş ışıkları yerine ayın gölgesiyle kaplanmıştır. İşte, hal böyle olunca, denir ki, ay, güneşi tutmuştur. Peki, şayet tutulan şey akıl olduğunda, onu tutan nedir? Akla gelen ışıkların (bu ışıklara düşünceler diyebiliriz) önüne geçen ya da aklın üzerine gölgesi düşen şey nedir?
Yanıt: insanlar ya da birer kimlik haline bürünen kıyafetleri içinde kişi ya da kişiler. Düşünmeyi planlara olan uyumluluğu, doğruluğu ise belli bir kurumlaşmış zümreye olan yararlılığıyla ölçmeye başlayan kişi ya da kişilerin gölgesi aklın üzerine düşmeye başlamıştır. Bu durum, aklın bir yandan araçsallaşmasına, öte yandan ise biçimselleşmesine neden olmakta ve böyle bir ortamın içinde tatlısına tuzlusuna karışmayan, suya sabuna dokunmayan, fikir dünyaları inşa edilmektedir. Bu fikir dünyalarının hepsi güneş ışıkları yerine ayın gölgesi altında kalmıştır. Bilhassa fikir dünyalarının mucitleri olarak görülen aydınlar, “düşüncenin çelişki ve karmaşıklıklarını sözde sağduyunun kaprislerine” feda ederek, bir yandan, kesinlikli doğruluk tanımları ve kılavuzları düşünce ve fikir olarak pazarlanırken, bir yandan da, eylemede –yani yaşamada bu kılavuz ve doğruluklara uymak zorunda olunmadığının propagandası yapmaktadırlar(2). Tıpkı iki aile arasında gerçekleşen bir ziyarette, ortamdaki erkek üyelerin bir köşeye çekilip kadınlarla ilgili olan başörtüsü ya da türban konusu üzerine siyaset sohbeti yaparken, ortamdaki kadınların mutfakta onlara çay ve çayın yanında ikram edecekleri yiyecekleri hazırlama durumunda olduğu gibi, gerçeklik ağacı köklerinden koparılmış bir halde üzerinde incelemeler yapılmaktadır. Sözün ya da konuşmanın, taahhütle olan ilişkisi tümüyle göz ardı edilmekte ve konuşmalar, sohbetler ya da her türlü sözsel ilişkilenme sadece boş bir zaman geçirmeye karşılık gelmektedir.
Artık bir zamanlar olduğu gibi, insanların bir sözle ya da dile getirilen bir doğruyla aniden silkelenip kendilerine gelmesi ya da kendilerini yaşaması durumu tarihte romantik bir nüans olmaya mahkum edilmiştir. Hemen her insan, kendini bir mahremiyete dönüştüren herkes kavramına dâhil olarak aralık vermeden hatalar ve yanlışlar yapmanın en önemli hak olduğu bir çevrenin içine sıkışmayı yeğlemektedir. Bu tabloda, diyalektik düşünmeden vazgeçildiği gibi eristik(3) bir düşünme tavrı da benimsenmiş değildir. Çünkü, artık ne bir doğruya ulaşma ve dolayısıyla doğru bir şekilde yaşama, ne de bir doğruluğu başkasına aktarma hiçbir önem arz etmemektedir.
Mevzu, kısaca, Adorno’nun “yanlış bir hayat doğru yaşanmaz” tespitinden ibaret bir şeydir. Ve herkes kavramına dâhil olan insanlar da bu saptamanın doğruluğunu teslim eder. Fakat sorun, Adorno’nun örtük kabulünde yatmaktadır; o, insanların yanlış bir şekilde yaşamaktansa doğru bir şekilde yaşamayı arzulayacağını varsaymasından hareketle ürkütücü bir duruma işaret etmek istemektedir; ancak gelgelelim herkes kavramına dâhil olan insanlar tarafından bu durumun hiç de ürkütücü olan bir tarafı yoktur. Çünkü herkes kavramına dâhil olan insanlar, tuhaf ve anlaşılması güç bir şekilde “yanlış bir hayatın içinde yanlış bir şekilde yaşamayı” benimsemekten çekinmemekte, ve dahası bu seçimleri ya da benimseyişleriyle hiçbir bir tereddüt ya da rahatsızlık duymamaktadırlar. En vahim olanı ise, yanlış bir hayatın içinde çelişkili bir şekilde bir önem olarak gün yüzüne çıkan “rahatlık” kavramı, kendi iç bağlamındaki “huzur, doğru, erdem…” vb gibi kavramlarla olan akrabalığından koparılmakta ve aklın biçimselleşmesi ve araçsallaşmasının verdiği elverişlilikle “konfor” kavramıyla eşitlenmek istenmektedir. Bununla birlikte, elbette ki, böyle bir eşitlemenin ya da buna benzer çeşitli eşitlemelerin gerçekleştirilemeyeceği teorik olarak açıklıkla kanıtlanabilir ve kanıtlanmıştır da. Ama işte, tam bu noktada, bu kanıtlamanın akıl vasıtasıyla yapılmak zorunda olduğu ve tutulmaya maruz kalan şeyin de bizzat aklın kendisinin olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu yüzden Horkheimer, şu noktayı ısrarla vurguluyor:
“… Bugünkü toplumsal düzenin esasta uyumlu bir düzen olduğu yönündeki yanlış görüş, uyumsuzluğu ve çözümsüzlüğü hızlandırarak kendi pratik yalanlamasında aktif bir rol oynar. Bunalımların derinleştiği ve yıkımların yaklaştığını söyleyen doğru teori ise, kuşkusuz, her gün tikel durumlar içinde doğrulanmaktadır. Ama bu teorinin içerdiği daha iyi bir dünya imgesi, insanların bugünkü düzen tarafından yadsınan yaratıcı kapasiteleri düşüncesi, tarihsel mücadeleler içinde tanımına kavuşur, düzeltilir ve doğrulanır. Öyleyse faaliyet bir ek olarak düşünceden sonra gelen ve onu etkileyen bir şey olarak görülmemelidir: faaliyet, her noktada teoriye dâhildir… Ama doğrunun düzeltilmesini ve yeniden tanımlanmasını üstlenmiş olan tarih değildir ki, bilen özne de sadece arkasına yaslansın ve kendi tikel doğrusunun bile bütün doğru olmadığının bilinci içinde pasif bir gözlemci rolünü üstlensin. Tersine, doğrunun gelişmesi, ona sahip olan insanların onu kararlı biçimde savunmasına, uygulamasına, ona uygun davranmasına ve onu gerici, dar, tek yanlı görüşlere karşı iktidara getirmesine bağlıdır. Bilme süreci, yaşantılardan öğrenmeyi ve teorik kavrayışı gerektirdiği kadar, gerçek tarihsel iradeyi ve eylemi de gerektirir. İkincisi olamadan birincisi ilerleyemez.” (4)
Notlar:
- Yazının başlığı, Horkheimer, Max; Akıl Tutulması, çev. Orhan Koçak; Metis yay. 4. basım 1998. eserinden alınmıştır.
- Age s. 114
- Eristik: Tarihte ilk olarak olasılıkla Sofistlerin kullandığı, tartışma içindeki iki tarafın ortak bir sonuç üretmek yerine, taraflardan birinin haklılığını diğer tarafa benimsetmesi üzerine kurulu olan düşünme/tartışma sanatı. Diyalektik düşünmenin/tartışmanın karşıtı.
- Aktaran Koçak, Orhan; (Horkheimer, Max; On the Problem of Truth; The Essantial…, s. 420-422); referans gösterilen kitapta, Orhan Koçak’ın önsözü içinde; s. 47. Vurgular bana ait.
Bu yazı ilk kez 28 Eylül 2009 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.