İnsanı kendi yaşamının bir seyircisi konumuna iten psikolojizmin zaferi kişisel ilişkileri tam bir kâbusa dönüştürmüş durumda. Freud’la birlikte ve sonrasında giderek artan bir yaygınlık kazanan bu illet, sisteme toplumu oluşturan bireyleri kontrol altında tutmak için bir hayli elverişli olanaklar sağladı. İnsanı kendine bir seyirci konumuna iterek, onu tümüyle edilgin bir varlık haline getirdi. Bilhassa 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra insan yaşamını biçimlendirmeye başlayan bu olanaklar sonucunda tek tek bireylerin dahi birer tüketim nesnesi olduğu bir dünya çıktı ortaya. Görsellik en önemli değer haline geldi ve o denli büyük bir zafere imza attı ki, eski çağların mitolojik kahramanlarının yerini film ve televizyon yıldızları doldurmaya başladı, böylece kendilerine ait hiçbir yaşama alanı kalmayan yığın (sıradan insanlar bütünü) bir kez daha başkalarının hayatlarıyla idame edilir oldu.
Seyretmek uzakta olmak demektir. Yani söz konusu hikâyenin dışında olmak, hikâyeye hiçbir şekilde müdahale etmemek demektir. Bu yüzden, kendi yaşamını seyretme konumu bir kâbus olarak ortaya çıkar: kişi bizzat kendine, kendi yaşamına hiçbir müdahalede bulunmamakta, her şey tümüyle dışarıdan ona gelmektedir. Ne yapacağı, ne konuşacağı, neyi giyip neyi giymeyeceğine dek her şey dışarısı tarafından belirlenmektedir. İşte böyle bir insanı tanımlamak ve onu bu dünyada idame edebilmek için, ona kendinin olmayan hayatları yaşaması salık verilir, dahası buna zorlanır; ve bir an için kendine gelip kendine ait olanı yaşamasının önüne geçebilmek için de bilinç denen şey lime lime edilir. Yani bilinç parçalanır: Bilincin altı, üstü, sağı, solu, içi, dışı ve bilmem ne taraflarının her yeri kaplamasının sebebi budur. Öyle ki, aralarında en aşinası olan bilinçaltı, artık ölmüş olan tanrının yerine geçen yeni bir afyondur. Esasında, insanı kendi kendine bir gizem haline dönüştüren bu bilinç türleri, bizzat bilinçsizleşmekten başka bir sonuç vermez. Sözgelimi A eyleminde bulunan biri, A’yı niçin yaptığını bilmediğini iddia eder, çünkü onu yapması esnasında kendine hükmeden şeyin, bilincinin altının mı, üstünün mü, sağının mı solunun mu, içinin mi dışının mı olduğunu bilmemektedir; bu yüzden şayet A kötü bir şey ise kendine makul bir savunu zemini de kazanmış olur: istemeden yaptım. Yani eskiden “Tanrı böyle istemiş” diye özetlenen edilginlik yalanı, şimdi yerini “Bilinçaltım böyle istemiş”e bırakır. Bu durumun yaşamın her anına hükmediyor olması ise tam bir boşluk içinde saçma sapan bir dünya koyar ortaya; bu dünya üzerinde yaşayan herkes ne yapıp ediyorsa, tuhaf bir şekilde hep istemeden yapmaktadır, dolayısıyla ortaya istenilmeyen, istemsiz bir hayat çıkmaktadır. Bununla birlikte herkesin her şeyi istemeden yapıyor oluşu, herkesi tüm sorumluluk ve yükümlülüklerden de kurtardığı için, adım başı suçsuz, masum insanlar doldurmaktadır ortalığı. Her şey dışarısı tarafından belirlendiğine göre, iyi gibi kötü olanın da dışarının bir ürünü olması gerekir çünkü. Gelgelelim iyi olanı dışarıya mal etmek kabul görmez, o daima sahiplenilir, çünkü bilinçaltına mal edilemeyecek denli kıymetli bir şeydir o. İşte sistemin kendini açığa vurduğu yalan noktası da burasıdır. Çünkü, La Rochefoucauld’un işaret ettiği gibi
L’hypocrisie est un hommage que le vice rend à la vertu. (s. 60) İkiyüzlülük, ahlaksızlığın erdeme ödediği haraçtır.
Referans:
- La Rochefoucauld; Özdeyişler; çev. Yaşar Nabi Nayır; Varlık Yayınları; İstanbul, 1992; 4. basım s. 60. Anılan yapıtta, Yaşar Nabi Nayır, söz konusu cümleyi “İkiyüzlülük, ahlaksızlığın erdeme karşı gösterdiği saygıdır” diye çevirmeyi tercih etmiş, buna karşın çevirinin yeterli karşılığı taşımadığını düşündüğü için şöyle bir dipnot düşme gereksinimi duymuştur: Ancak bu şekilde çevirebildiğim bu düşünce ile yazar şunu demek istiyor: Erdem o kadar muteber tutulur ki, ahlaksızlar bile riyakarlık ederek erdemli kılığına girmekten kendilerini alamazlar. Ben, gerek sözcüklere, gerekse cümle yapısına sadık kalmak için yukarıdaki kendi çevirimi yeğledim.
Bu yazı ilk kez 10 Ağustos 2009 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.