Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Özgürlüğe olan mahkûmiyet -1-


Adam, oldukça sinirli bir halde, yüksek sesle kendi kendine bir şeyler konuşuyor. Sonra bir telefon kulübesine yaklaştıkları an, kadına dönüp “Ara şunu da, ağzının payını vereyim” diyor. Kadın usulca telefon kulübesine girip, cihaza telefon kartını yerleştiriyor. Ahizeyi kaldırıyor ve numarayı çeviriyor. Ben, bulunduğum yerden kadının telefonda ne konuştuğunu seçemiyorum. Bu arada adam, telefon kulübesinin hemen çaprazında, kadının birkaç çeyrek adım ötesinde bulunuyor. Kadın, uzun denebilecek telefon görüşmesi esnasında bir an, sol kulağındaki ahizeyle birlikte adama doğru dönüyor ki, dönmesiyle birlikte boğazına bir yumruk inmesi bir oluyor ve cihaza ve kulübenin kenarlarına çarparak yere yığılıyor. Adam ayağa kalkması için bağırıyor kadına. Kadın, güçlükle, boğazında ve yüzünde oluşan kızarıklıklara rağmen yerden yavaşça kalkıyor. Adama bakmaya cesaret edemediğinden olsa gerek, başını öne eğmiş bir halde, yamru yumru bir şekilde duruyor ayakta. Adam kadının ensesinin üzerinde, kadının bir hamle yapmasını bekleyerek, ellerini sağa sola açıp öylece duruyor. Yazık ki, adamın kadından beklediği bu hamle gecikmeden geliyor: kadın, yediği yumruğun acısının getirdiği afallamayı attığı anda, sol elindeki cihazdan kopmuş ahizeyi fark ediyor, ve yavaşça kulübeye doğru dönüp, kopuk ahizeyi cihaza yerleştirmeye çalışıyor. Adam bu fırsatı kaçırmıyor ve kadının saçlarını sağ elinde toplayarak, şiddetli bir şekilde, kadının kafasını cihaza doğru vuruyor ve arkasını dönüp hızlı adımlarla yürümeye koyuluyor. Kadına yardım etmek için hareketleniyorum hemen. Fakat, kadına yaklaştığım an bir tereddüt yaşıyor ve bekliyorum, çünkü kadın yerden daha doğru düzgün kalkamadan adamın peşinden gidiyor, koşuyor, yetişiyor adama, eline tutunuyor, adam kadının elini hışımla geri itiyor, kadın bir kez daha eline tutunuyor adamın, adam yine itiyor. Ben donakalmış bir şekilde, öylece izliyorum. Nihayetinde benim görüş alanımdan çıkıncaya dek, kadın adamın birkaç metre gerisinden öylece yürümeye devam ediyor.

Bir başka olay da şu: Bir çocuk ve babası yan yana yürümekteler. Benim onları gördüğüm an, baba çocuğun ensesine sert bir tokat yapıştırıyor. Çocuk biraz sendeledikten sonra ağlamaya başlıyor. Baba “Gel buraya!” diye bağırıyor. Çocuk olduğu yerde ağlamaya devam ediyor. Bunun üzerine baba, çocuğu kolundan yakalayarak sert bir şekilde sürüklemeye başlıyor, bir yandan da çocuğu susması yönünde tehditkar bir ses tonuyla uyarıyor. Çocuk, ağlayışını kesemiyor elbet, ve isyankar bir tavırla babasının elinden kurtulmaya çabalıyor. Nihayetinde baba, çocuğun bu hamlelerine karşı en sert tepkisini veriyor, ve çocuğa sert bir tokat atıp, “Ne halin varsa gör!” diyerek çocuğu bırakıp gidiyor ki, çocuk bu durum üzerine ağlayışını kısık bir hıçkırık nöbetine dönüştürerek usulca takip ediyor babasını.

***

Hiçbir çağda bu çağdaki kadar bağışlayıcı olunmamıştır. Hemen herkes, kusursuz birer suçsuzlar sürüsü olarak dolaşıyor etrafta. Kişiliksizlik bir marifet mertebesine yükseltilmiş ve her tür yozlaşma güzel elbiselerle kamufle edilir bir hal almış durumda. Haliyle, eylemek ve kendini anlamanın yerine, korkmak ve kendinden kaçmak, dolayısıyla bir hiç olmak benimseniyor giderek.

İşte böyle bir ortamda, gerek bir insan, gerek bir filozof, gerek bir yazar, gerekse de bir entelektüel olarak geçen yüzyıla damgasını vuran Jean Paul Sartre’ın L’Etre et le Néant (Varlık ve Yokluk) yapıtı Türkçeye çevrildi. Ülkemizde hemen her mürekkep yalamış insanın, ağzından düşmeyen, insanları özgürlüğe mahkûm eden, yazarının hayatı boyunca akademi çevrelerinde kısır bir tartışmanın içine hapsolmamasını istediği, felsefeyi sokağa indirmeyi, felsefeye sokakta can vermeyi amaçlayan bu eser, şimdi Türkiye’de, Türkçede bir serüvenin içine koşuluyor.

Onu bu coğrafyada nasıl bir serüvenin beklediğini bilmek güç. Gelgelelim bu denli yozlaşmış, kısırlaşmış, cehaletin atardamarı haline gelmiş bir entelijansiyanın bu eseri sahiplenmesini, onu okumalarını ve ondan hareketle insan yaşamına dair etik bir varoluş alanı oluşturmalarını beklemek safdillik olur. Bizzat insanı ontolojik olarak etik bir alanın içine çeken bu eseri, kendilerini yazar, şair, entelektüel, aydın vs gibi tanımlarla seçkin bir zümrenin ürünü olarak duyumsayan insanların elinde görmek elbette mümkün olmayacak. Yazmak yaşamaktır, yaşamak yazmaktır düsturuyla hareket eden, bir yazarın yeri geldiğinde kalemini bırakıp silaha sarılması gerektiğini bildiren, bir kişi için, her durumda bir taraf olmayı ve her eyleminden, her duruşundan, her seçiminden hiçbir avunuda bulunmaksızın bizzat kendisinin mesul olduğunu bildiren bu eseri, sadece kalemini eline aldığında, birilerini küçümseyerek, birilerine acıyarak, birilerini suçlayarak yaşayan insanların anlaması, duyması ya da yaşaması söz konusu olmayacak, olamaz da.

***

Fakat, mauvaise fois (kötü niyet) kendini aldatmak girdabının içine giren, kişiliksizleşen, hiçleşen ve sadece kendileriyle sınırlı kalmayıp yaşadıkları çevreyi de pisleten bu insanlara karşı bir duruş alanı oluşturabilmek adına bu eserin bu coğrafyada kat edeceği bir yol söz konusu olabilir ki, böylece, dayak yediği adama karşı duran kadınlarla, babasının zulmüne izin vermeyen çocuklar kaplayabilir etrafı. Korkmayan, silik bir varoluşla kendini avutmayan, ve sahte varoluşlarla etrafı ve kendini pisletenler karşısında bir yaşama alanı oluşturulabilir.


Bu yazı ilk olarak 21 Haziran 2009 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.