Pazartesi, Aralık 8, 2025
Köşe yazısı

Kafka’nın kâbusu


“Ölüp giden düşünceleriyle ölmüyor kişi. Ölüp gitmek yalnızca iç dünyada gerçekleşen bir olaydır (topu topu bir düşünce bile olsa korur gene varlığını), herhangi bir olay gibi bir doğa olayı, ne sevindirici ne acıklı.” (s. 573)

Kafka, geçen hafta içinde, tam 85 yıl önce 1883’de başlayan ve sadece 41 yıl süren yaşam serüveninin ardından, boşa harcanmış tek bir cümlenin bulunmadığı, hani neredeyse daha önceden hiç olmadığı kadar güçlü bir yazın evrenini inşa ederek veda etmişti hayata.

Ben, onun ismini ancak ilk gençlik yıllarımda işittim. Onu okumaya ise lise yıllarımda başladım. Ve o gün bugündür, yaşamımın hemen her haftasında onun kitaplarından birine göz gezdirmeden geçtiğim olmadı hiç. Ve itiraf etmek gerekirse yıllardır süregelen okuma serüvenimde ondan daha güçlü bir yazarla da pek tanışamadım.

Zaman’ı ve zamanını konu edinen günlük notlarıysa benim daima başucu kitabım oldu. Onun bu notlarındaki, her geçen günün, bir önceki güne den den konularak geçirilmeye başlandığı bir çağın ilk tanıklarından biri olarak yaşamı boyunca bir an olsun kurtulamadığı zamansızlaşma kâbusuyla olan cebelleşmesini hemen her yıl tekrar tekrar okurum.

***

Peki, nedir Kafka’nın bu zamansızlaşma kâbusu?

Kanımca iki durum söz konusu: İlki, tarihi aşan bir yapı oluşundan ötürü tarihsel bir izlek içinde açımlanmaya hiç de elverişli olmayan bir zaman kavramı; ikincisi ise çok daha ürkütücü bir biçimde, onu anlamak için başvurulabilecek herhangi bir zeminin olmadığı bir anlamsızlık illeti olan zamanda bulunma durumu: yaşama.

Kâbus şudur: içinde bulunulan her durumda zaman, “zaman” sözcüğünün kendisinden çok daha eskidir! Tıpkı, insanın her durumda, şimdisinden daha eski bir şey olması gibi…

Bu kâbusa karşı ilk bakışta kabaca iki ayrım yapılabilir: insanın belirli değişimleri algılaması üzerine kurulu olan zamanla, insanın anlayabildiği fakat insandan bağımsız bir şekilde doğanın kendi ritmi üzerine kurulu olan bir başka zaman. Kâbusun can alıcı noktası da burasıdır: Bu iki zamanın kesiştiği —yani iki ayrı zamanın birbiriyle uyum içinde bulunduğu bir alan bulunmakla birlikte, tam bir uyum —yani zamanların çakışması mümkün olmaz hiç. Ve işte kâbusun en yıkıcı tarafı da burada ortaya çıkar. Zamanlar çakışmaz, ancak çakıştırılabilir. Takvim, saat vs gibi kimi gereçlerle yapılan cisimleştirmeler ve buna koşut olarak bir yandan da akşam, gece, ilkbahar vb gibi kimi sözcüklerle yapılan adlandırmalar, zamanın insan tarafından kavranabilir bir yapıya dönüşmesine vesile olurlar. Bununla birlikte bizzat zaman denen şeyin uzaklaşması da söz konusu olur böylece. Her şey anlamsızlaşır. Şöyle ki, bu gereç ve sözcükler nitel olanı nicel bir boyuta taşır. Böylece anlamlar evreninin benzeri bir ölçülebilir evren inşa edilir —çakıştırılma gerçekleşir. Parçalanma, dağılma ve yok olma kıpılarından menkul olan bu yalancı evren, bu kıpılarını derleyip toparlama ve belirli bir ardışıklılık oluşturma durumundadır, zira ancak bunu başardığı ölçüde nitel evrenin tahtında bulunabilecektir ve bunu başardıkça da nitel olandan, yani esas olandan uzaklaşacaktır.

Bununla birlikte insan her şeye rağmen yaşamaya koşulmuş, talihsiz bir varoluşun kaçınılmazlığıyla kuşatılmış bir biçimde bu evrenler arasında çırpınmaya devam eder. Yaşar. Yani, deneyimler yaşar. Her deneyim, bir şeyle karşılaşma durumunu gerektirir. Karşılaşmayla birlikte ve karşılaşma sonrasında yeni bir deneyim ortaya çıkar. Daha sonra, deneyimler mitoz ve/veya mayoz bölünmeler şeklinde çoğalarak artar. Tüm bu süreç boyunca insanın bünyesinde belirli kopmalar ve birleşmeler ortaya çıkar. Nihayet bu şekilde, tek tek her birimiz deneyimler içinde kendi deneyimini inşa etmeye başlayan birer ben oluruz. Bu yüzden ilk başta söz konusu olan şey bir arayıştır ve bir gecikmişliktir. Çünkü bir şeyle yaşanan deneyimin aksine, kişinin kendisiyle yaşadığı deneyimde özel bir konumlanma söz konusudur: Tüm dış koşullara rağmen, tek belirleyici konumunda olmak. Yani her varlığa atfedilen varoluş yazgısı denen şey herkesin bizzat kendi ellerindedir ve bununla birlikte herkes kendi ellerini kullanamayacak kadar sakatlanmış bir haldedir. İşte zamansızlaşma kâbusunun en çetrefil yanıdır burası. Çünkü bütün yapılanmalar ve bozulmalar tümüyle zamanda meydana gelir. Nihayetinde, bilinen ve bilinmeyen tüm çeşitliliğiyle yaşanacak olan bir hayat; kişinin hiçbir şekilde kullanmasına olanak tanınmayan kendi ellerinde tuttuğu bir yazgının aranmasıyla gerçeklenir. Yani yazgı denen şey parçalanmış bir bütünün yeniden bir araya getirilmesi çabasından başka bir şey değildir. Kişi, hem arayışın, hem de aranan şeyin kuşatması altındadır. Tıpkı bir hapishanenin çıkış kapısının anahtarını elinde tutan, ancak hapishanenin çıkış kapısının yerini bilmeyen bir mahkûm gibi. Bu konuya ilişkin, 12 Ocak 1914’te henüz yaşama serüveninin başlarına tekabül eden gençlik için Kafka şu notu düşüyor: “Gençliğin anlamsızlığı. Gençlikten korku, anlamsızlıktan, insanlıkla bağdaşmaz bir yaşamın anlamsız çıkıp geleceğinden korku.”

***

Peki ama neden yazı ve neden Günlük? Yazmak, bu kâbusla baş edebilmenin belki de tek yoludur da onun için. Çünkü, gerçekten yazan bir insan için yazmak, aşılmaz bir acı kaynağı olarak iş görür, bu tutum kâbustan kurtulmaya değil onunla birlikte varolmaya onu kabullenmeye yönelik bir girişimdir. Evet, yazarsınız. Yazılarınızda belirli gerçekliklerden söz edersiniz. Ancak okuyucunun karşısına çıktığınızda, çoklukla okuyucunun yaşamının içinde bulunmayan bir gerçeklik olur bu sözünü ettikleriniz. Ne de olsa, sürekli bir kâbusun içinde olmakla, kâbusu gören kişi olmak çok farklı şeylerdir. Öte yandan, yazmak ürkütücü bir eylemdir. Çünkü bu kâbusun içinde zar zor kurtulabildiğiniz bir felaketle, tekrar tekrar yüzleşmek zorunda kalırsınız. Ve bu tekrarlardan birinde, yaşarken güçlükle üstesinden geldiğiniz bir şey, bu sefer sizi altedebilecek bir güce ulaşabilir, ve hazırlıksız olduğunuz bir anda ani bir hamleyle sizi yok edebilir. Fakat bununla birlikte, yazmak yine de kâbusa karşı takınılabilecek en elverişli yollardan biridir, zira zamansızlaşmaya karşı, bir zamanda yaşadığınızı ancak bu şekilde duyumsayabilirsiniz. Bunun için de Günlük ise en ayrıcalıklı yeri işgal eder:

“Günlük tutmanın sağladığı bir avantaj, insanı aralıksız yenilgiye uğratan değişimlerin yatıştırıcı bir açıklıkla bilincine varmaktır. Genel olarak da inanılır bu değişimlere, sezilir ve varlıkları itiraf edilir, ama böyle bir itirafta umut ve huzura kavuşmak söz konusu oldu mu, bilmeden yadsınırlar hep. Günlük bugün bize katlanılmaz görünen durumlarda bile yaşandığının, çevreye göz gezdirildiğinin, yani bu sağ elin bir vakit şimdiki gibi kullanıldığının belgelerini taşır kendisinde. Hani Günlük’e bakarak bir zamanki durumumuzu bütünüyle görebilir, şimdi eskisinden daha çok bilgiyle donandığımızı anlarız; ne var ki bu konuda tam bir bilmezlik içinde yaşamamıza karşın, bir zamanki girişimlerimizin pervasızlığını şimdi daha çok takdir etmekten duramayız.” (s.199)


Referans:

Kafka, Franz; Günlükler; çev. Kamuran Şipal; Cem yay. 1995