Kimin anlattığını pek iyi anımsasam da kimden aktardığını hiç anımsayamadığım bir öykü şu: Bize dendi ki: “Karşınızda akıl almaz derecede yaşlanmış, bütün yaprakları kurumuş ve enikonu her dalı çürümüş bir ağaç var. Küçük bir tekmeyle yıkabilirsiniz onu.” Oysa biz bütün gücümüzle savurduk tekmeyi ağaca; ve, ayağımızı kırdık.
Bu öyküye karşın çağımızın pek ünlü bir bilim insanı ise, zihnimden aktarabildiğim kadarıyla, şu sözü söylemekte pek haklı gibi görünür: Bir doğru ne denli güçsüz ve ne denli köksüz olursa olsun, karşısında duran yanlış’ın tüm güçlülüğü ve köklülüğüne rağmen o yanlış’ı ezer ve geçer.
Gerçeklik şeffaf bir olgudur. Öyle görünüyor ki, yukarıdaki ilk yargıda bir ağacın epey yaşlanmış olmasının çürümesini ve yıpranmasını nedensemesinin yanı sıra toprağa iyice kenetlenmiş bir kökü ve bir hayli sertleşmiş bir gövdeyi de nedenseyebileceği pek rahatlıkla göz ardı edilebilmektedir.
Benzer şekilde ikinci yargıda da bir değişimin olabilmesi için elzem bir konumu olan ‘güç’ kavramına ikincil bir önem atfedilmekten çekinilmezken yine bir değişimin olabilmesi için hemen hemen benzer bir konuma sahip olan ‘doğru’ ve ‘yanlış’ kavramlarına birincil bir önem atfedildiği görülür. Bu noktada gerçekliğin şeffaf bir olgu olduğunu kanıtlamak ve kanıksamak güç olmasa gerek; nitekim ilk yargı da gerçekten de dendiği gibi ağaç yaşlılığından dolayı bir hayli çürümüş ve yıpranmış olabileceği için bir tekmede yıkıladabilirdi; fakat böyle bir durumda bir gerçek halini alacak bu olay tam olarak gerçekliği yansıtmış olmayacaktı yine de; çünkü diğer durum da ve hatta kimi başka durumlar da gerçeklenebilirdi. Ve benzer şekilde; bir değişim, bir doğru’nun bir yanlış’ın yerine geçmesinden ibaret olabileceği gibi; iki gücün savaşımı sonucunda netleşen bir hal de olabilir. Yani titiz bir ifadeyle denebilir ki; gerçek olmuş olan, gerçeklik olan değildir.
Bu çıkarımın özellikle de bir yazar için önemli bir yaklaşımı vurguladığı kanaatindeyim. Öyle ki, her durumda ve olayda ister istemez taraf olma konumuna itilen bir yazar; karşısında duran ‘gerçek olmuş olan’la, ‘gerçeklik’ arasındaki bağıntıdan yoksun bir bilinçle hareket ettiği takdirde çok zaman bocalamaktan kendini kurtaramayacaktır. Nitekim bunun önemli bir örneğiyle de yakın tarihteki Irak-Amerika savaşında karşılaşılmışa benziyor: Bu savaşta, yaşamını tesadüfî bir halde onlarca bombanın tahribatının birkaç metre yakınında sürdürebilme olanağını yakalayan bir insan, kendi elinde tuttuğu gerçekliğine sarılarak bütün herlerin içinde kendini asletmiş ve çağının dayattığı ahlak yasaları gereği koruması gereken şeylerinin maneviyatı içindeki kimi ahlaki değerleri ve özgürlüğü değil de, maddiyatı içindeki parayı ve mülkü tercih etmişti. Kendine pek gerekli gördüğü bilgisayarlar edinmiş, koltuklarını özenle seçmiş, en görkemli halılarla süslemişti salonunu; ve, vesaire. O an için gazetelere çıkan bu olayı şimdi anımsayan kaç kişi var bilemiyorum. Bu kişi için, tüm bu eşyaların ücreti onun adına ona benzeyen insanların kanlarıyla ödenmişti. Fakat o günlerde pek çok köşe yazarınca onları suçlamamak gerekti, zalim bir diktatörün boyunduruğu altında o zalimin günahlarını ödeyen zavallı suçsuzlardı onlar; vaktinde ölmeyi göze alamadıkları için şimdi ölümle yüzleşen iki ateş arasındaki zavallı mağdurlardı…
Ve bir karşı taraf da vardı elbet: ABD tarafı. İnsanları silahlardan kurtaran silahlılar. Yaşamı ve özgürlüğü bahşetmeye gelen kan dökücüler ve özgürlük bekçileri. Onlar, tehlikeli silahların üzerine görkemli teknolojileriyle atılan kahramanlardı. Hatta pek çoğunuzun hatırlayacağı gibi, bir tanesi şöyle diyordu: “Düşünsenize bir gün musluğunuzdan su içiyorsunuz ve binlerce insan ölüyor; bu sebepten bende binlerce insanı kurtarmak için binlerce bomba atacağım ve bu bombalar başkanıma olan sadakatimdir.” Bir başkası da: “Bu insanlara özgürlüğü bahşediyoruz, sokaklarını boyadığımız kan ve içlerine saldığımız korkuyla kurtarıyoruz onları.”
Bu trajik olayda köşe yazarlarımız bir bir saflar tutmuş, ve her iki taraf için de yeterli haklılık zemini olduğu için, sadece kendilerini doğrulayan argümanlara sarılarak veryansın etmişlerdi. Şimdi de benzer bir tutum başka başka konular için devam ediyor. Ve böylece muhteşem bir etik adına ikiyüzlülük, kimse tarafından inkâr edilmeden gururla inşa ediliyor.
Peki, ama esasında yazarın ve yazmanın ödevi nedir? Bu soruyu titizlikle yanıtlamak gerek. Gerçek olmuş olan’la, gerçeklik arasında bir hayli karmaşık bir yapı söz konusuyken, bir yazarın bir olay karşısında yalnız bir tarafı eleştirmekle ne denli sağlıksız bir tutum sergileyeceği pek açık-seçik bir olgudur. Fakat buna karşın, basit bir sentezle, her iki tarafa yaranmaya çalışan bir tutumu benimsemek de pek yetinilesi bir tavır olmasa gerek.
Bir yazarın belirli bir çözümleyici yaklaşımı sergilemesi gerektiği kuşkusuz ki bir ön koşuldur. Bununla birlikte kendine ait her olaya karşı savunabileceğini düşündüğü belirli bir savının olması da gerekir; nitekim bir yazar insanlığa karşı bir sanık olmaktan öte bir konumdan kurtulamaz asla, bu haliyle de gerek kendi gerek suçlananlar adına, her suçlamaya karşı bir savunu sunması gerekmektedir, ve ayrıca her sanık gibi salt suçlananların suçsuzluğunu savunmakla da yetinemez –nitekim suçlananların bütünüyle suçsuz olması da beklenemez hiçbir zaman–; bizzat kendi ve onlar adına ilkin suçlananların suçluluklarını ortaya koyduğu gibi (ki bazen bunun içinde kendisi de olabilir) karşı tarafın suçlarını da teşhir etmek zorundadır –ki böylelikle yargıç olma hakkını kimseye vermediği gibi, kendi üzerine de almayacaktır.
Yani o, varolan minimal bir durumu değil, bir bütün olan varolagelmekte olanı eleştirmek ve çözümlemek durumundadır. Olan bir şeye karşı değil, olası olan her şeye karşı kullanmalıdır sözcüklerini; yukarıdaki savaş örneğindeki gibi salt gerçek olmuş olan bir felaketin içinde değil her daim varolagelen felaketlere karşı elinde tutmalıdır kalemini; kendinin nerede ne için olduğunu bilmesi gerektiği gibi, kendine benzeyen kimlerin nerede niçin olmamaları gerektiğini de bilmelidir. Gerçeklik içinden kopan bir olgunun gerçek olduğu anda değil, gerçekliğin zaman-üstü bir yapıda olduğu bilinciyle her anda ve her durumda yazmalıdır. Çünkü bir yazarın her farklı durumda söyleyeceği birçok şeyi yoktur; içsel bir görev olarak düşünüldüğünde, bir yazarın tek bir görevi vardır; ve o da, esas olarak hep söylenegelen tek bir şeyi kendi adına ve belirli bir biçimde söylemekten ve sürekli olarak da bu tek olan şeyi farklı farklı biçimlerde yinelemekten başka bir şey değildir.
Bu yazı ilk kez 31 Mayıs 2009 tarihli Günlük Haber Gazetesinde yayımlanmıştır.
