Esas şudur: şiir kitaplarını okuyanlar şairlerle, Lautrémont’u okuyanlar ise şiir’le karşılaşır.
Bununla birlikte bu karşılaşma için insanlık, 19. yüzyıla kadar beklemek durumunda kalmış, ve daha ötesi bunun üzerine bir elli yıl daha beklemiştir –zira 1919’da bir kütüphanede André Breton tarafından bulunmamış olsaydı, halen onunla, yani ŞİİR’le tanışmamış olurduk belki de.
Lautrémont’u kavrayabilmek ve de bu coğrafyada onun yeri ve önemini saptayabilmek için, bütün bir şiir tarihini gözden geçirmek, bunun için de çok eskilerden günümüze kısa bir şiir yolculuğu yapmak gerekir…
***
Yazı öncesi toplumlarda şiir sözel olarak biriken bilgiyi belleklerde saklamak için kullanılan araçlardan biriydi. Bu anlamda tarihteki bu ilk haliyle şiir bir yaratı değil bir araç olarak bulunmaktaydı insan yaşamında. Benzer şekilde mitoslarda da şiirin bir araç olma konumunu koruduğu görülüyor. Fakat yazı öncesi toplumlarda bir iletişim aracı olan şiir, mitoslarda ritme ve sessel tekrarlara daha bir ağırlık vermesiyle bir ifade aracına dönüşmüşe benziyor. Nitekim mitoslar soyut görünmelerine karşılık imgelerde somutlanan bir yapıyı içeriyorlar. Fakat mitoslarda bu yapının şiir olduğunu söylemek pek de mümkün görünmüyor; çünkü şiirde kullanılan imge, çoklukla yeni bir gerçekliğe –kendi kendini amaçlayan bir gerçekliğe yönelirken, mitoslardaki imge alegorik bir gerçekliği oluşturmaya yöneliyor.
Şiirin araçsallıktan kurtulup ilkel olarak kendini oluşturmaya başladığı ilk tarihsel örnekler ise büyülerde, dinlerde ve buna bağlı olarak dualarda karşımıza çıkmakta: Büyülerde söz bizzat kendine yönelen kavramsal bir dizgeyi hedefleyerek bu yolla bir gize dönüştürülmüş ve çok ve/veya sonsuz anlamlılığı içeren bir formül halini almıştır. Benzer şekilde dinlerde de büyülerde karşılaşılan şiirsel yapı mitoslardaki alegorik yapıyla iç içe kullanılmış ve daha bir karmaşık yapıyla örgütlenen söz öbeklerine özel bir önem atfedilmiştir.
Yazınsal olarak mitoslarla önemli yakınlıkları olan destanlar ve eposlarda ise imgelerle bir hayli az karşılaşılırken, ritim ve sessel tekrarlar en fazla başvurulan anlatım aracı halindedir; bu durum da, ancak şiirin sessel boyutuna hitap etmekten öteye geçemediği için şiirden çok şiirselliğe yaklaşan anlatım biçimleri olarak düşünülebilir.
Bunların yanı sıra didaktik (öğretici) söylemler de şiir tarihinde önemli bir hacim kaplamaktadır. Tarihsel olarak bu tarzın içinde diğerlerine oranla bir başka disiplin de ağırlığını hissettirir: felsefe. Doğu edebiyatındaki nâme’ler; Lao-Tseu’nun ve Lucretius’un kimi yapıtları, F. Schiller, F. Nietzche’nin neredeyse tüm eserleri ve bol miktarda vesaire bu tarz yapıtlara örnek verilebilir…
Öte yandan genel olarak, şiirin tarih içerisindeki devinimi edebiyatın lirik kolu üzerinden ilerlemiştir. İlk haliyle eyleme ve lire (müziğe) eşlik eden şiir, zamanla müzikten ayrılarak kullandığı ses yapılarına ağırlık vermiş ve bu şekilde de uluslar ve uygarlıklar arasında parçalanan çeşitli dillerde çeşitli yapılarla kısırlaştırılan bir söz oyunu; hani neredeyse bir eğlenti ve dinlenti aracına dönüşmüştür. Bu sürecin getirisi ise, 2000 yılı aşkın bir süre içerisinde şiirin ancak belirli kişilerin aldıkları belirli bir eğitim doğrultusunda üretilebilen ve yine salt belirli kişilere seslenebilen bir oyun olarak varolagelmesi olmuştur.
İşte bu tarihin nedensemeleriyle şiir çevirilerinin zor olduğu ve bu yargıya hitaben şiirin ulusal/dilsel ve/veya coğrafi bir yapıyı barındırdığını öne süren yığınla insanın günümüzde dahi bulunmaları pek şaşırtıcı olmasa gerek. Öyle ki nasıl bir tekerlemeyi başka bir dile aktarmak dilin dış yapısında çok ciddi sorunlarla karşılaşmamıza neden oluyorsa 2000 yıldan fazla süren bu şiir’de de aynı sorunla karşı karşıya kalınır. Nitekim 18-19. yy kadar bir şairin başka ulustan/dilden bir şairi etkilediğine tanık olmak gayet istisnai bir olgudur. Bununla birlikte zihnimize yer eden şairlerin en az yarısı son iki yüzyıla ait isimlerken diğer yarısı belki de daha azı binlerce yıllık bir tarih içinden zorlukla ayıklanabilen isimlerdir. Bu tuhaf eşitliğin ya da eşitsizliğin nedenini kavramak oldukça kolay bir durum: örneğin ülkemizde son yüzyıl içinde öne çıkan iki şairin üzerindeki etki bilindiği gibi Rus ve Hint şiirine götürüyor bizi. Bununla birlikte son iki yüzyıl şairleri yerli ya da yabancı birçok eski çağlara ait şairlerin de etkilerini taşıyorlar üzerlerinde. Elbette bunun nedeni şiirin köklü bir değişimle karşılaşmış olmasındandır; çünkü binlerce yıl sonra şiir bir dil oyunu olmaktan çıkıp insana ve eyleme hitap eden anlamsal bir bildiri halini almıştır.
Peki fakat, şiir nedir ki böyle bir sürece maruz kalabilmiştir?
İşte bu sorunun yanıtı bir yana, bu soruyla karşılaşmamızı sağlayan kişilerden biridir Lautrémont-Ducasse.
Yaşamın değiştirilmesi gerektiğini söyleyen A. Rimbaud’yla aynı tarihlerde yaşayan, Rimbaud gibi şiirin uyak, redif ve ses tekrarı gibi dilsel yapılardan oluşan bir yazın türü olmadığını, şiirde bulunan ya da bulunması gereken estetik yapının ille de bu koşuklamalara muhtaç olmadığını belirten, şiirde sessel değil anlamsal vurguya önem veren ve o zamana kadar salt didaktik anlatımlarda bir araya nispeten gelebilen iki disiplini; felsefe ve şiiri bir arada kullanarak yazın tarihinde unutulamayacak bir çığır açan kişidir Lautrémont. O, felsefenin şiirsiz yapabileceğini fakat şiirin felsefesiz yapamayacağını dile getirmiş ve şairi diğer insanlardan daha yararlı olmaya çağırarak salt filozofların değil, şairlerinde insanlara yeni fikirler sunmaya zorunlu olduğunu vurgulamıştır:
“Şiire ilişkin yargılar, şiirden daha değerlidirler. Şiir felsefesidir bunlar. Böyle anlaşılan felsefe şiiri kapsar. Felsefesiz yapamaz şiir. Felsefe şiirden vazgeçebilir.” (s. 309)
Bu doğrultuda ‘eski’ şiiri ve edebiyatı nerdeyse tersyüz eden eleştirilerle yüklüdür eseri: Maldoror’un Şarkıları.
Bu duruş ve tutumun ayırt edici özelliği, her sanatın olduğu gibi şiirin de yeniden insana, yani yaşama yönelmiş olmasında yatar. Çeşitli kutsallıklar inşaa ederek, bir dokunulmazlık talep eden, yazdıklarının neliğinden çok kendinin yazmış olmasını önemseyen ve şiire ya da sanata olan ilgisini ve merakını ancak yazdıkları sayesinde elde edeceği şöhret doğrultusunda değerlendiren kaprisli kişiliklerin/kişiliksizliklerin tarihine karşı iğretiyle bakar Lautrémont; o, arkasında hiç anı bırakmak istemez –nitekim bırakmamıştır da. İlgilendiği husus yazmış olmak ya da yazmak değildir, bu yüzden o, bizzat yazıyı, yani şiirin, yani insanın ve insan yaşamının önemini konu edinir.
Öte yandan, onun, estetiğin katı kalıpları içine hapsedilerek anlamsal yapısı bozulan ve ancak birkaç şairin bu zor ortamda anlamsal yapıyı koruyabilerek şiiri yaşatmaya devam ettiği tarihi şiir adına yeniden kurarken sadece 22 yaşında olması, kutsallık mimarlarının en temel iki dayanağı olan aristokrasi ve gerontokrasiyi de alt üst etmesine sebep verir. Zira dünyada kaldığı süre de bunu doğrular: sadece 24 yıl.
Elbette devrimler ancak sahiplenildiği ölçüde soluk almaya devam eder, bu anlamda bir liseli tarafından yeniden kurulan bu evrende, yalnızca şairler ve şiir değil okuyucu da değişmelidir artık:
“… dilerim ki, okuduğu kitap gibi geçici olarak canavarlaşan okur, bu kasvetli ve zehirli sayfaların ıssız bataklıklarında sarp ve yabanıl yolunu şaşırmadan bulur; çünkü kesin bir mantık ve en azından kuşkusuna denk bir ruhsal gerilimle başlamazsa okumasına, bu kitabın saçtığı korkular tıpkı şekerin suyu içmesi gibi emecektir ruhunu.” (s. 33)
Referans:
Maldoror’un Şarkıları; Comte de Lautrémont (Isidore Ducasse); çev. Özdemir İnce; Gendaş yay.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi yüksek lisans ve doktora öğrencilerince oluşturulan Edim adlı söyleşi grubundaki sunum metni için 2002 yılında kaleme alınan bu metin, ilk kez 19 Nisan 2009 tarihli Günlük Haber gazetesinde yayımlanmıştır.