Pazartesi, Aralık 8, 2025
Köşe yazısı

Modernitenin yabanıl mirası: sıkıntı


Descartes, insanın var-olan bir şey olup olmadığı sorusu karşısında “varım” demeyi seçti. Bu ifadede kullanılan sözcük Latincede “sum”, Fransızcada “suis”dir(1). Her iki sözcükte de bir ben vurgusu söz konusudur, zira çeviri benim diye de yapılabilir. Buradaki incelikli ayrım şudur: Descartes, insanın ya da bir başka şeyin varlığından değil bizzat kendinin varlığından söz etmektedir. Bu, felsefe tarihinde farklı bir duruşu simgeler. İşte bu duruş, insanlık tarihinde yeni bir ölçünün (modus’un) inşası için temel atma töreninin gerçekleştiği andır. Bu durum, öncelikle ortada bir seçimin söz konusu olmasından dolayı, insanın felsefeyle ilişkilenmesine sebep veren eski-Yunandaki pathos’un (şaşma) yerini tavır alış eyleminin doldurmasına sebep verir. Böylece, modernite olarak bilinen yeni bir felsefe hâkim olmaya başlar. Artık felsefede, şaşma giderek azalırken, tavır alış giderek artacaktır.

Günümüz açısından bunun önemi, söz konusu dönüşümün yalnız felsefe tarihini değil, tüm bir insanlık tarihini de etkilemiş olmasında yatar. Sorun, sadece filozoflar arasındaki bir farklılıktan ibaret olsaydı, bu yazıyı okuyan insanlar için mevzu pek de bir önem arz etmezdi kuşkusuz. Ancak, felsefedeki dönüşümler, hiçbir zaman sadece felsefedeki dönüşümler olarak kalmaz; aksine bizzat tüm insanların yaşayışı adına gizil bir karar alışı da beraberinde getirirler. Yani Descartes’ın yaptığı seçim, aynı zamanda kendisinden sonraki insanların ne şekilde yaşayacağına dair de bir karar olma niteliğini taşımaktadır. Nitekim, şu an için, tarih tarafından sahiplenilen bu seçimin ertesindeki bir dünyada, yani Descartes’ın dünyasında bulunuyoruz artık.

Peki, Descartes’ın dünyasıyla daha önceki dünya arasındaki fark nedir? Ya da, daha yerinde bir soruyla, şaşmanın yerini tavır alışın alması arasındaki fark nedir?

Öncelikle her ikisi de, şeylerle, yani kişi için kendi dâhil her şeyi kapsayan bir çevrenle bir tür ilişkilenme biçimidir. Bu, bir anlamda bir yaşama şeklini de barındırır içinde.

Şaşmayla ilişkilenen kişi, çevrenine karşı mülayim bir duruşu, yani kendini eş ya da farklı kabul ettiği tüm şeyler içinde, bir bütünün içinde olagelen ve bu bütüne tabi olan bir varlık olarak konumlar. Böyle bir çevrenin içinde yaşayan insan, şaşkınlık ve merak içinde bakar dünyaya, ve onu değiştirmekten çok onun kendinden menkul anlamını idrak etmek için örgütler yaşamını.

Tavır alan kişi ise, ilişkilenmesini ait olduğu çevrenin içinde kendine ayrıcalıklı bir yer talebiyle yapar, bu sebeptendir ki o, bir bütünün içinde olagelen bir şey olarak değil bir bütünü vareden, oluşturan ya da yaratan kişi olarak niteler kendini. Descartes, varım/benim ifadesini kullanırken, buna kanıt olarak düşünme edimini gösteriyordu. Bu sebepten, onun ünlü çıkış noktası şu şekilde de okunabilir: Düşünen benim (cogito), dolayısıyla (ergo) varolmayı da hak eden benim (sum), daha ötesi geri kalan her şeyi de vareden benim. Bu konumlanışın içindeki insan, ilkinin aksine artık kendinden menkul bir anlamla varolan bir dünyada yaşamamaktadır. Bunun yerini, bu anlamı inşa etmekle yükümlü bir özne olarak yaşamaya mahkûmdur artık; zira her şeyi varedenin kendisi olduğunu dile getirmek, örtük ve paradoksal bir biçimde, aynı zamanda “her şeyi varetmesi gereken kişi benim” ifadesine gönderme yapar aslında. Nitekim Descartes’ın kendi varlığını kanıtlamayla yetinmeyip, bir an evvel geri kalan her şeyin varlığını kanıtlamaya soyunmasının sebebi burada yatar. Öyle ki Descartes, bu konumlanışın getirdiği paradoksu en doruk noktasında yaşayan kişilerden biridir, o varlığı öncelikle kendisinden başlatırken, bir adım sonrasında da bu başlangıç noktası olmanın görkeminden ürkerek, derhal tanrıyı da kanıtlamaya yönelir.

Kuşkusuz, Descartes için, bir evreni bizzat kendinden başlayarak inşa etmek ve ona anlamlar yüklemek keyifli bir etkinlikti. Fakat bu duruşunu, tüm insanlar adına seçtiğini göz önüne aldığımızda, bu pek de keyifli bir etkinlik olma niteliğini taşımamaya başlar. Çünkü, sıradan insan olarak tabir edilen kişiler için, ait olduğu çevrene bir anlam yüklemek ve dahası onu varetmek oldukça meşakkatli bir iştir. Bununla birlikte, artık ok yaydan çıkmış, ve bugünün dünyasında yaşama gözlerini açan herkes bu yükümlülükle istese de istemese de baş başa kalmış haldedir. Zira bu dünya, öyle ya da böyle kurulmuş durumdadır artık.

***

Günümüzde en çok kullanılan sözcüklerden biri olan sıkıntı sözcüğü, tarihsel açıdan oldukça yeni bir sözcüktür. Kuşkusuz, sözcüklerin bir anlamı olduğunu, dahası onların hep varolageldiğini duyumsamak, hemen her insanın içine düştüğü yanılgılı hallerden biridir. Bu anlamda, sıkıntının ancak modern dünyada karşılığını bulan ve dahası günümüzde en çok teşvik edilen özgürlük kavramıyla eş bir tarihe sahip olduğunu düşünmek çoğu insana yadırgatıcı gelebilir. Bununla birlikte, insan yaşamının katagorize edildiği bugünün insanı için, çocukluk, gençlik gibi kavramların da anca anca birkaç yüz yıla sırtını dayayan oldukça yeni sözcükler olduklarını belirtmek gerekiyor.

Bu denli pohpolanan, özgürlük, gençlik, çocukluk gibi kavramların sıkıntı sözcüğüyle aynı kronolojik kesitte yer alması, bizzat modern düşüncenin bu kavramlar üzerine bir dünya inşa etmesinden ileri gelir. Modern dünyanın evriminin günümüzdeki sloganı şudur: Sıkılma, özgür ol! Gelgelelim özgürlük, dünya sahnesine, dolayısıyla modernitenin literatürüne bir keyfiyet çevreni olarak giren bir kavram değildir. Aksine, aşırı bir yükümlülüğün altına koşulan modern insanın trajedisinin adıdır özgürlük. Dolayısıyla o, ulaşılması adına emek harcanması gereken bir ideal değil, içinde bulunulan mahkûmiyetin adıdır bizzat(2). Bu mahkum oluş, kendi yaşamımıza bizzat kendimizin bir anlam vermek zorunda olduğunu, ve bunu başarmak için de kendimiz dışında hiçbir yardımcımızın olmadığını dile getirir. Yani tümüyle, modern öncesi insanın aksine artık tümüyle kendi kendimizle doluyuzdur. Modernite öncesinde, insanlar kendilerini belirli bir öykünün bileşenleri olarak duyumsuyordu(3), günümüz insanı ise öyküsüz bir dünyada yapayalnız duyumsamaktadır kendini.

Bu durum, kişiyi ister istemez bir öykü arayışı içine iter; aranan öykü bir dâhil oluş ve aidiyet istemine karşılık gelir ki, özgürlük denen trajedinin yazgısı burada ortaya çıkar. Paradoksal bir yazgıdır bu, bir yandan vareden ve anlam veren kişi olabilmenin zorunluluğu gereği bağımsızlaşmak amaçlanırken, bir yandan da bir anlamın içine yerleşebilmek adına girişilen inşanın içine yerleşilmek istenir. Descartes’ın aksine, çoğu kişi bu inşaatı bizzat kendi eliyle yürütmeye meyilli değildir fakat. Bu genel meyilsizlik, beraberinde ikincil seçenekleri getirir; işte bu noktada esas olan varoluşsal sıkıntının yerini durumsal sıkıntı almaya başlar. Bununla birlikte trajedi, durumsal sıkıntıda tam bir doyumsuzluğa dönüşür ve baş edilemez bir hiçlik alanıyla çevrelenir evren. Bu anlamda, kişiler artık, sürekli bir ilginçlik arayışına, dolayısıyla eski olanın yerini almasını talep ettiği sürekli bir yeni olana, kelimenin tam anlamıyla sürekli olarak ertelenebilecek bir ideale bağımlı hale gelirler.

Kendi adıma, Sıkıntı’nın Felsefesi’nde konu edilen şeyin bu trajedi olduğu kanaatindeyim. Fakat, kitabın isminde yer alan, ve esasen de felsefenin bir ürünü olan sıkıntının, kitapta felsefece incelendiğini söylemek pek de mümkün değil. Bununla birlikte, Türkçedeki konuya dair ilk eserlerden biri olması, ve esas metnin Norveççe olmasına karşın çevirinin Fransızca üzerinden titiz bir dille yapılmış olması; kitabın yaşadığımız coğrafyada, felsefeyle ilgili olmayan ama sıkılan insanlara da hitap etmesini kolaylaştıran bir üslubu yakalamasına sebep veriyor. Bu da, kitabın, felsefe terminolojisinden uzak olan fakat sıkılan her insana sıkıntıya dair sıkıntılı olmayan bir okuma olanağı sağlıyor.


Referans ve notlar:

Sıkıntı’nın Felsefesi; Bağlam yay. Kasım 2008; Svendsen, Lars Fr. H.; çev. Murat Erşen

(1) Lat. Cogito ergo sum. Fra. Je pense donc je suis.

(2) Bu durumu, Sartre’ın “İnsan özgürlüğe mahkûmdur” ifadesi kusursuz bir şekilde özetler.

(3) Aslında bu duyumsama, moderniteyle birlikte son bulmaz. Sözgelimi en kristalize şekliyle Hegel’in ve Marx’ın felsefelerinde de bu duyumsamayla karşılaşılır. Şu farkla ki, modernite öncesinde ait olunan öykü, bütünün içindeki bir bileşen olmaktan ibarettir; modernite sonrasında yer alan bu filozoflarda ise, bizzat bütün denen şey ait olunan değil var edilen bir olgudur. Bu durumda ait olunan öykü de bu filozoflarca, bu bütünün var edilmesi evresinin bir zorunluluklar silsilesi içinde cereyan etmesinden ileri gelir. Ancak, bu durum, moderniteden çok, Aydınlanma felsefesinin bir karakteristiğidir ki, şu an için Aydınlanma’dan çok modernitenin sonrasında yaşadığımızı söylemek kanımca daha doğru olur.


Bu yazı ilk olarak 20 Nisan 2009 tarihli Günlük Haber gazetesinde yayımlanmıştır.